Küresel Kapitalizme Karşı İslam İktisadı ve Finansı

Küresel Ekonomi 26.11.2018, 15:17
Küresel Kapitalizme Karşı İslam İktisadı ve Finansı

İslami iktisat çağdaş İslam toplumlarının ihtiyaçlarından dolayı ortaya çıkmıştır ve günümüzde mutlakı arayan insana bir çözüm ve bu çözüme dayalı sistem getirmiştir. Peki, bize düşen nedir? İslam iktisadı dediğimiz tanımı nasıl anlamalıyız? Adalet anlayışımız nasıl olmalı? Bu soruların cevabının peşine düştük. Prof. Dr. Cengiz Kallek ile İslam’da adaletten, küreselleşmenin Müslümanlar üzerindeki etkisine kadar birçok konuyu ele aldık.

Okurlarımız için kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

Şu anda İstanbul Şehir Üniversitesi, Tarih Bölümü’nde öğretim üyesiyim. Doğal olarak İslam tarihi ve iktisadı dersleri veriyorum. Ayrıca İslam iktisat düşüncesi üzerine çalışmalarımı sürdürüyorum. Ancak araştırmalarımda İslami finans alanına pek girmek istemedim. Çünkü o alandaki çalışmaları artık piyasanın talebi yönlendiriyor. Gerçi Keynes ne demiş “Her talep kendi arzını yaratır”; tabiatıyla bu alan da kendi araştırma[cı]larını üretiyor. Benimse kendi projelerim var. Yine de şu kadarını belirteyim: Dört yıl kaldığım Malezya’da İslami Finans sektörüne sahip çıkılması oldukça eski bir devlet politikası iken ne yazık ki ülkemizde yakın geçmişe kadar tabu idi. Hatta hatırlarsanız bir kesim Türkiye’nin Malezyalılaştırılmasından korkuyordu.

İslam iktisadı nasıl olmalı? Hangi ilkelere dayanmalı?

İslam’ın iktisat doktrini, teorisi, felsefesi, sistemi, ahlakı vb. ile ilgili ilkeler de bu röportaja sığmayacak kadar çok. Kısaca en önemli birkaç tanesine değinelim: İslam iktisadı deyince akla ilk gelen İslam dinidir, değil mi? Ekonominin temel faaliyet alanları olan üretim, tüketim ve dağıtım üzerinden yürüyelim.Ekonomik sistem kabaca, neyin, nasıl ve kim için üretileceği sorularına verilen kurumsallaşmış cevaplardan oluşan düzendir. İslam iktisadının üretime ilişkin en temel ilkesi –konvansiyonel ekonominin aksine– insan merkezli ve ihtiyaç esaslı üretimdir. Hayat hakkı gereği, temel tüketim maddelerinin asgari geçim düzeyine sahip olanların alım gücü sınırları içinde ve düzenli biçimde sunulması İslam devletlerinin asli görevidir. Çünkü insan hak ve özgürlüklerinden ve dinî hükümlerin gözettiği beş temel esastan birisi malın korunması iken, bir diğeri canın, binaenaleyh sağlığın muhafazasıdır. Kısacası İslami üretim anlayışının unsurları “Piyasa için değil insan için piyasanın istediği kadar değil insanın ihtiyaçları kadar, piyasa adına değil insan[cıl]lık namına…” şeklinde sloganlaştırılabilir. Tüketim açısından bakıldığında, yine piyasacı ekonominin hilâfına, gösteriş odaklı olmayan, kaynak ve ürünleri israf etmeyen tüketim İslam’ın en temel ilkesidir. İsraf karşıtlığı kaidesi nokta-i nazarından verimli üretim önemlidir, ama her şeyin önüne geçmez. İslam devleti, belirttiğim iaşecilik ilkesini görev bellemelidir.

Aslında şu vurgulanmalıdır ki kapitalist dünya görüşünün kavramı olan, onun değer yargılarıyla yüklü —yani tamamen gidermek; bitirmek, yok etmek; israfkâr biçimde harcamak anlamındaki— “tüketim” kelimesinin tam karşılığına İslâmî âlem tasavvurunu yansıtan klasik kaynaklarda rastlanmaz. Hümeze Suresi’nin ilk üç ayetinde “Diliyle çekiştirip alay eden herkesin vay haline ki o, mal toplayıp da onu [hep] sayar! Malının kendini kalıcılaştıracağını sanar” denilirken Tekâsür Suresi’nin başında da “Çoğal[t]ma sizi oyalarken mezarları boylayıverdiniz” buyrulmakta, Beled Suresi’nin 4.-6. ayetlerinde ise “[İnsan] kendisine karşı kimsenin güç yetiremeyeceğini mi hesaplıyor? ‘Yığınla mal tüketmişimdir’ diyor” denilmektedir. Bunlar ve benzeri ayetlerde, günümüze kadar iyice katmerleşen gerek yığıcı gerekse yok edici tüketici mantıklar kınanmaktadır. Değinilen en son ayetin metninde geçen ihlâk kavramı helâk kökünden gelmektedir. Bu tutum ayette açıkça yerildiği halde kapitalist ekonominin temel kavramlarından olan tüketim ne ilginçtir ki modern Arapçada aynı kökten türetilen istihlâk kelimesiyle karşılanmaktadır.

İslam’da adaletli bölüşümün en temel unsurlarından biri zekâttır. Sizce dünyadaki gelir adaletsizliği ile nasıl baş edilebilir? Özellikle Müslümanların tutumu nasıl olmalıdır?

Dağıtım ya da bölüşüm açısından bakıldığında ise adaletli bölüşüm ilkesi ön plana çıkar. Sadece kaynakların ve millî hasılanın değil, varlıkların, imkânların, fırsatların, makamların, mevkilerin de meritokrasi çerçevesinde adil paylaşılması önemlidir. İslam iktisadının hem ferde hem de cemiyete en temel faydası adalet ve güveni sağlamasıdır. Bu ikisinin olmadığı yerde sömürü, gelir dağılımında aşırı dengesizlik, dolayısıyla yaygın fakirlik, sonuçta da istikrarsızlık ve çatışma doğar. Adaletli bölüşümün en temel unsurlarından biri de zekât yükümlülüğüdür. Neticede adil bölüşüme zekâtın yanı sıra sadaka vb. transfer harcamaları, vakıflar ve kademeli vergilendirme gibi araçlar da katkıda bulunur. Bunlara ilaveten adaletli kazanç ile ilgili en temel ilkelerden biri ribâ (faiz) yasağıdır. Bir diğer ilke ise spekülasyon yasağıdır; Hz. Peygamber özellikle kamuya zarar veren spekülatif işlemleri yasaklamıştır. Yolsuzluk da adaleti zedeleyen en temel sorunlardandır. Bu ilkeler uyarınca yapılacak uygulamalar gelir dağılımını düzenleyip fakirliği veya şiddetini azaltır. Ayrıca bu bağlamda şunu da söylemeden geçmeyelim: Bölüşümden önce haksız iktisabın önlenmesi ilkesi gözetilmelidir; varlıkların adil yollarla kazanılmasının toplumsal barış için hayati önemi vardır. İslam kazancın miktarından çok meşruiyetini önemser. Kavramlara aynı anlamları yüklemediğimizde anlaşmak çok zorlaşır. “Adalet” veya sorunuzdaki şekliyle “adaletsizlik” nedir? Önce onu tanımlamak lâzım.

Öyleyse bu noktada adaletin tarifi nedir?

Etimolojisinden başlarsak, Arapça adalet kelimesinin kökünde Türkçede hayvan yükünün tek tarafını belirten “deng” manasındaki “ıdl” sözcüğü vardır. Hayvan yükünün iki tarafı eşit ağırlıkta olmasa bile dengede tutulabildiği gibi adaletin gerçekleşebilmesi için de eşitlik bulunmadığı hâlde denklik yeterli, hatta bazen
gereklidir. Burada söz konusu olan “nimet-külfet dengesi”dir. Mesela iki kişiye yüklenen farklı ödevlere karşın aynı haklar verildiğinde tek (yani sadece hak) boyutlu eşitlik ve fakat bütüncül bakıldığında adaletsizlik ortaya çıkacaktır. Adalet
evrensel bir değer olmakla beraber ayrıntılara inildiğinde uygulamasının amansız çatışmalar bile doğurabildiği görülür. Şöyle ki; Müslüman felsefeciler Grek meslektaşlarını izleyerek adaleti “eşyayı (yani şeyleri) yerli yerine koymak” şeklinde tanımlamışlardır. İktisadi anlamda eşyanın “yerli yeri”nin neresi olduğu ve özellikle onları oraya kimin koyacağı sorusuna birbirine düşman iki rejimden kapitalizm “serbest piyasa”, sosyalizm ise “devlet” cevabını verir. Doktriner dogmatik yaklaşımlar güya geleneksel ekonomistlerce reddediliyor, ama bütün sistemlerin problemi olan iktisadi adalet de bir dogma değil mi? Kapitalizme göre her şeyi optimum dağıtan piyasa, doğası gereği bunu en adil biçimde gerçekleştirir. Oysa piyasada bir sürü negatif dışsallıklar ve aksaklıklar ortaya çıkmaktadır. Sosyalizmde ise dağıtım işini devlet yapar. Sosyalist sistem çoktan çöktü. Adaletin tesisi konusunda artık hem devlet hem de din devreye girmektedir. Sonuç olarak, bölüşüm adaletsizliği bakımından şu söylenebilir: Batı’nın küresel üretime katkısının payı ortaya konmalı, yani sömürgecilik unsuru göz ardı edilmemeli.Katkılarından daha fazlasını aldıkları noktalarda
adaletsizlikten bahsedilebilir.

Küreselleşmenin sizce Müslümanlar üzerindeki etkisi nedir?

Küreselleşmenin yararlı etkilerinden söz edilebilir. Ancak son zamanların süreğen ekonomik krizi, serbest pazar inancının matahlığını, namütenahi büyümenin, küresel iklim ve çevre felaketlerine duyarsız üretimin, dünya kaynaklarını eriten aşırı tüketimin, batak ölçüsünde borçlanmanın, kontrol edilemeyen uluslararası para akışının kaldıraç etkisiyle anormal şişirdiği balon ekonomilerin sorunsallığını gösterdi. Daha çok sömürgeci mantığa dayalı küresel finans sektörünce imalât kesiminin zedelenmesi, küresel servetin ve kaynakların çok küçük bir plütokratik sınıfın eline geçmesi, bu gidişata dur diyecek siyasi elitlerin yozlaşması, işsizlerin açlık sınırının altında sefalet çekmesi, sendikacılığın gerilemesinin de etkisiyle emekçilerin yoksullaşması, yeniden başlayan ve form değiştiren silahlanma yarışına kabarık savunma bütçeleri ayrılması ancak savaş ekonomilerine havale edilecek devasa sorunlar üretiyor. Bütün bu olumsuzluklar güçlü ekonomilerden yoksun Müslümanları çok zorluyor.

Küreselleşme “süreci”nin tohumlarını aslında sömürgeciliğin doğuşunu hazırlayan şartlarda aramak gerekir. Avrupa feodalizminin yıkılışında müessir olan burjuva sınıfı yeni yetme ulus devletlerin korumacılığını elde edebilmiştir. Böylece sanayi kapitalizminin gelişmesine öncülük yaparak uluslararası boyutlarda sömürgecilik imkânına kavuşmuştur. Sanayi kapitalizminin yayılmacı kapitalist dinamiği, emellerini evrensellik iddiasının arkasına gizlenerek gerçekleştirmeye çalışmış olmasına rağmen en azından üretkendi. XX. yüzyılda ise teknolojik –hassaten bilişim/iletişim sektöründeki– gelişmeler küreselleşmeyi doğurmuş, onun nimetlerinden faydalanansa özellikle –sermayenin uluslararası serbest dolaşımının da yardımıyla– yeni yetme “sanal sektör”, yani finans kapitalizmi olmuştur. Kapitalizmin çok daha vahşi olan ve sosyalist bloğun çöküşüyle meydanı tamamen boş bulan bu yeni türünü sanayi kapitalizminden ayıran en önemli özellik birincinin üretim yerine dev ölçekli sanal işlemlerle çok hızlı ve büyük vurgunlar yapabilmesi, özellikle az gelişmiş ülkelerin korumacı politikalarla yeşertmeye çalıştığı “reel sektörü” gerçek değerlerinin oldukça altındaki bedellerden ele geçirebilmesidir. İletişimin dolayısıyla da sermayenin dolaşım hızı iktisadi ve hatta siyasi istikrarsızlığın doğuş ve gelişim süratini de arttırmakta, buna karşılık bürokratik mekanizmaların işleyişindeki yavaşlık kriz anında müdahaleye imkân vermemektedir. Üstelik millî ekonomilerin böyle bir iktisadî buhran akabindeki restorasyonu bazen bir savaş sonrası restorasyonundan daha zor bile olabilir; çünkü öncekinde dost ve düşmanların belirsizliği yanında yeni saldırılardan emin olamama gibi zorluklar vardır. Bunlara ilâveten, sanayi kapitalizminin az gelişmiş ülkelerde gerçekleştirdiği dolaysız sermaye yatırımı sabitti yani –ana vatanına kâr transferi yapsa bile– tamamen tasfiye edilmesi nisbeten zor olup zamanla yerlileşiyordu, ayrıca istihdam alanı da yaratıyordu. Finans kapitalizminin dolaylı sermayesi girdiği ülkede doğrudan istihdam sahası açmadığı gibi kısa bir sürede bütün kazancıyla birlikte çıkıp gidebiliyor. Zira özellikle kurun düşük ve durağan, faizlerin yüksek veya borsanın çıkış eğiliminde olduğu dönemler yabancı sermaye için uygun yatırım ortamı oluşturmaktadır; tabiatıyla böyle dönemlerde dış borçlanma da kolaylaşacaktır. Kısacası Adam Smith’in ekonomileri düzenleyen “görünmez el”inin tahtına piyasaları tokatlayan “sanal tokat”ın oturması engellenmelidir.

Geçtiğimiz yüzyıldan itibaren siyasi/askeri imparatorlukların yerini mali imparatorluklar almaya başlamıştır. Uluslararası firmalar için “imparator-şirketler” ve bunlara mensubiyet için de “şirket vatandaşlığı” kavramları kullanılır olmuştur. Bu şirketlerin yıllık bütçeleri veya satışları pek çok ülke bütçesinden yahut gayri safi milli hasılasından büyüktür; en büyük birkaç yüz şirketin varlığı tüm dünya reel sektör varlığının dörtte birine muâdildir vs. Kalkınmacı/korumacı ve toplumsal politikalar uygulamaya çalışan devletlerin kalıpları devasa beynelmilel sermayeye dar gelmeye başlamıştır. Bu nedenle çok uluslu sermaye sosyal refah devletini büyümesinin önünde büyük bir engel olarak görmekte ve küçülmesini talep etmektedir. Çünkü küçülen devletin sorumluluk alanı daralıp fonksiyonları azalacağından sosyal yatırımları ve kamu harcamalarını kısacak, KİT’leri özelleştirecek, destekleme alımlarını kaldıracak ve dolayısıyla sermayeden daha düşük vergiler alacaktır. Bununla birlikte dünya silah sanayiini elinde tutan tröstlerin zarara uğramasının önlenmesi ve statükonun korunabilmesi için hükümetlerin silahlanma harcamalarının kısılması istenmemektedir; ayrıca açlıkla mücadelede yetersiz kalınırsa açlarla çatışma kaçınılmaz olabilir. Borç krizi yüzünden dünyada her gün binlerce çocuk ölüyor. Silahlanma için ayrılan fonların % 1’i ile çocuk ölümlerini önlemek mümkün. Ne var ki bir yandan devletin küçültülmesi ve saydamlaştırılması özellikle az gelişmiş ülkelerde insan haklarının tesisinin kaçınılmaz şartı gibi sunulurken diğer yandan bu haklar arasında yer alan sosyal hakların ortadan kaldırılması istenmektedir. Geride sosyal güvence olarak cemaatçilik, hemşehricilik ve aile dayanışması gibi yapılar kalmaktadır ki bunlar da küreselleşme ve evrensellik ideallerine kurban edilmekte, toplumsal barış tehlikeye atılmaktadır. Ayrıca çok uluslu sermaye küçülen devletin özelleştireceği KİT’leri hassaten kriz ortamlarında değerlerinin çok altındaki fiyatlardan ele geçirecek, devletin terk ettiği kamu alanlarında yatırım yapabilecek, meselâ sosyal güvenlik, sağlık ve eğitim gibi dev sektörlere girme imkânı yakalayacaktır. Bu arada yeterli eğitimi alamadığı için vasıfsız işçiler (veya işsizler) ordusuna katılacak kişilerin haklarını çok uluslu şirketler karşısında kim koruyacaktır? Zira küreselleşme sürecinde sendikalar da ciddi kan kaybına uğramışlardır.

Küreselleşmeyle birlikte devletlerin şeffaflığının sağlanmaya çalışılması belki piyasalarla ilgili kusursuz bilgiye ulaşmayı kolaylaştırıcı bir rol oynayabilir ancak iktidarlara saydamlığı dayatan beynelmilel sermaye kendisi için aynı şeyi yapmaya niyetli görünmemektedir. Öte yandan uluslararası sermaye az gelişmiş ülkelerden kuralsızlaştırma (de-regulation) ve serbest dolaşımının kolaylaştırılmasını isterken mesela iş gücüne aynı imkânın tanınmasına sıcak bakmamaktadır. Kaldı ki işgücüne serbest dolaşım olanağı sağlansa bile vasıfsızlık, maddî imkânsızlık, dil sorunu, kültürel uyumsuzluk vs. kısıtlayıcı unsurlar olarak ortada duracaktır. Aynı minval üzere, millî paraların değerlerinin merkez bankalarınca tesbitine karşı çıkan para tacirleri arbitraj ve futures gibi işlemlerden elde edebildikleri büyük hacimli meblağların internet üzerinden anında transferi sayesinde kurlarla oynayabilmektedirler. Ayrıca kaldıraç etkisi yaratarak sermayelerinin onlarca katına ulaşan meblağlarla türev piyasaları başta olmak üzere finans piyasalarında işlem yapabilmektedirler. Bu, Güneydoğu Asya krizi ile başlayan zincirleme buhranların tetikleyicisi olmuştur.

Küreselleşmenin nimetlerinden yararlanmayı uman az gelişmiş ülkeler yabancı yatırımları teşvik tedbirlerini uygulamaya koymalarına rağmen yeterince başarılı olamamaktadırlar. Çünkü sadece yabancı sermayeye vergi ve/veya gümrük indirimleri ya da muafiyetleri sunulması, çevrecilik yapılmaması, bürokrasinin azaltılması gibi kolaylıklar sağlanması ve ucuz iş gücü arz edilmesi yeterli değildir. Siyasi istikrarsızlık, altyapı yetersizliği, iş gücü vasıf ve veriminin düşüklüğü, satın alma gücünün kısıtlılığı gibi unsurlar caydırıcı rol oynayabilmektedir. Ayrıca bir ülkeye/bölgeye giren yabancı yatırımcılar oraya mahsus öncelikli ihtiyaçları karşılayacak sektörlere yönelmeyebilir; kaldı ki gerekli ve verimli yatırımları finanse etmekte kullanılsa bile bu teşebbüsler ancak sermaye girişi sürdürülebildiği müddetçe verimli ve rekabetçi kalabilir. Buna karşılık çok uluslu sermaye yoğun ithalat ve kâr transferleri sebebiyle ödemeler dengesine önemli katkılarda bulunmayabilir de; istediği sektörde, dilediği bölgede ve uygun gördüğü teknolojiyi kullanarak kendi çıkarları doğrultusunda yatırım yapabilir, ülkenin gereksinimleriyle önceliklerini göz ardı edebilir. Küresel sermaye, girdiği gelişmekte olan bir ülkedeki özellikle AR-GE faaliyetlerini de hızla geriletmektedir. Çünkü yabancı şirketler yatırım yaptıkları bu ülkelerin teknolojik gelişmesine sıcak bakmamaktadırlar.

Nihayet Birleşmiş Milletler Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ile Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) bile “Küreselleşmenin insan sağlığına zarar verdiği” konusunda fikir birliği etmiştir. Çok uluslu şirketlerin sanayi yatırımlarının işçi sağlığı normlarının çok daha düşük, emek maliyetinin ucuz olduğu az gelişmiş ülkelere kaydırılması iş kazaları ve meslek hastalıklarını küresel bir olgu hâline getirmiş ve insan sağlığını giderek daha büyük risk altına sokmuştur. Silah ve enerji tröstlerinin az gelişmiş ülkeler üzerindeki tasarruflarının boyutu konusunda Afganistan, Irak, Libya, Suriye gibi İslam ülkelerindeki iç çatışmalar fikir vermektedir. Ne ilginçtir ki küreselleşen dünyanın ekonomik entegrasyonu politik dezentegrasyona (de-globalisation) yol açmaktadır. 1871’de dünyada Sahra altı Afrika haricinde 64 bağımsız ülke vardı. Şu anda Birleşmiş Milletler’e göre 195 egemen devlet bulunmaktadır. Acaba küresel kapitalizm devletleri küçültüp önündeki iktisadi engelleri azaltmaya çalışmakla yetinmeyip özellikle az gelişmiş ülkeleri bölerek daha küçük lokmalar haline getirmeye mi çalışıyor? Bunlar üzerinde düşünüp önlemler üretilmesi küresel bunalımların engellenmesi açısından zorunludur.

İslam ve iktisadı hayatımızda nasıl birleştirmeliyiz? Bunu yaparken nelere dikkat etmeliyiz?

Küresel çağda ekonomilerin birbirine bağımlı hâle gelmiş olması İslam iktisat sisteminin uygulanmasının önündeki en önemli engeldir. Güçlü ve dolayısıyla baskın
ekonomik sistem kendi kural ve kurumlarını diğerlerine dayatmaktadır. Bir salgın hastalık onu taşıyanlarla sıkı ilişki içinde olsa bile kâmil bir Müslümana bulaşmaz diyebilir miyiz? Bulaşmaması için hastayı karantinaya almak gerekir, değil mi? İslam iktisadı hayata bütüncül yaklaşan dinimizin iktisada bakışını konu edindiği için hem Arapça ve ilahiyat alanlarını hem de en azından İngilizce ve modern ekonomi bilimini çok iyi bilen araştırmacılara gereksinim duyar. Klasik İslami literatüre yansıyan tefekkürü hakkıyla anlayabilmek için iktisat, finans, işletme, fıkıh ve tarih disiplinlerinde belli düzeyde bilgi sahibi olmak gerekmektedir. Hatta aslında ilgili klasik eserlerdeki iktisat-finans-işletme düşüncesini kültürel ve toplumsal tarih perspektifine oturtabilmek için antropoloji, iktidarların iktisat politikalarının konjonktürel isabetliliğini irdeleyebilmek ve politika önerilerinde bulunabilmek için de siyaset bilimi sahalarına minimal düzeyde aşinalık lazımdır. İşte bu alanları bilen ulülemri yetiştirip gösterdikleri yoldan gitmeliyiz. Hz. Cebrail ve Resûlullah arasındaki bir diyaloğu anlatan meşhur bir rivayet vardır. Cebrail’in soruları üzerine Hz. Peygamber “iman”, “İslam” ve “ihsan”ın ne olduğunu açıklar.Buna göre “ihsan”, Allah’ı görür gibi kulluk etmendir; çünkü sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” şeklinde açıklanmıştır. İşte iktisadi faaliyetler de bu kapsamda değerlendirilmelidir.Buna kelimenin etimolojik anlamı da genişletici bir boyut katmaktadır. İhsan sözlükte “(yaptığı işi) iyi yapmak” şeklinde açıklanmaktadır, ancak bu tarif yetersizdir. Doğrusu: “İyi şeyleri iyi yapmak”tır ki bu, İslam iktisadını hayatımıza yansıtmanın mottosu olabilir.

Dünyada faizsiz finansa olan ilgi hızla artıyor. Türkiye’de ve dünyada faizsiz bankacılığın geleceğini nerede görüyorsunuz?

Tasarlanan İslam iktisat sisteminin kurulabilmesi için “uygulanabilirliği” gerek şart olmakla birlikte yeter şart değildir. Dünya finans sektörünün temelini oluşturan faizin haramlığı Müslümanları ayrı bir finans sistemi kurmaya itmiştir. Dışarıdaki adıyla İslami finans, ülkemizdeki yeni ismiyle katılım bankacılığı, dinî esaslar uyarınca faaliyet gösterdiği için konvansiyonel bankacılıktan finansa yaklaşımı, ilkeleri, ürünleri, işlevleri gibi bakımlardan farklıdır. Olumlu yönden bakılırsa; gerek küresel bazda gerekse yerel ölçekte ilk başarısız örneklerin oluşturduğu menfi atmosfer çoktan unutuldu. Bu kurumlar, faizden kaçan atıl tasarrufları ülke ekonomisine kazandırmak gibi önemli bir rol oynaya geldi. Sektörün ölçeği büyüdü, ürünleri / hizmet alanları çeşitlendi.Katılım bankalarının finansal tablolarını inceleyenlerin verilere güvenini artırmaya, tasarruf sahiplerini ve girişimcileri katılıma özendirmeye katkı sağlayacak muhasebe ve denetim standartları geliştirildi. İslam ve Batı ülkelerinde özgün uygulamalar ortaya çıktı vs. Ancak bu kurumsal yapı mevcut sisteme yama özelliği taşıdığı için faizsiz bankacılık ilk kurgulandığı şekliyle uygulanamıyor. Çünkü birincisi, siyasi rejim ve hukuki düzenlerin elverdiği ölçüde tatbik edilebiliyor. İkincisi, özellikle kriz dönemlerinde, alınan faizsiz krediler İslam iktisadı kurallarının ya da genel olarak tarih boyunca ulaşılan beşerî erdemlerin hilafına ya hiç ya da vadesinde geri ödenmeyebiliyor. Dolayısıyla, kurumlar bazı aşırı korumacı tedbirler almak zorunda kaldılar. Bence nihaî kertede faizsiz finans kurumları bu sorunlarıyla bile bankacılık sisteminden farklıdır. Ancak gerek küresel gerekse yerel finans piyasasından daha büyük pay alabilmeleri lazım. Bunun için de daha rekabetçi olmalılar. O da yeni finans araç ve teknikleri geliştirmelerine bağlıdır. Ülkemizde yatırım ekonomisi, olması gereken seviyenin hep altında kaldığı için esasen yatırım finansmanı işleviyle öne çıkması beklenen katılım bankacılığı da bu durumdan olumsuz etkilenmektedir.

Yorumlar (0)
Yorum yapabilmek için lütfen üye girişi yapınız!

Gelişmelerden Haberdar Olun

@